
Bir annenin hıçkırıkları: İçten yanan kor
ADEM ÖRENGÜL
Değerli okurlarım, kalbi olan bu satırları okumasın!
Bir annenin, oğlunun hastane hücresinde olduğunu, ona ulaşamamanın tarifsiz çaresizliğiyle cama el salladığını, gözyaşlarına boğulduğunu ekrandan izledim. Bu sahne, insan ruhunun en derin acılarından birini yansıtıyordu. Bir annenin evladına dokunamaması, yanında olamamasının yarattığı tarifsiz keder... Muktedirler, yarattığınız bu acımasızlık, düşman hukukunun ta kendisi!
Hastanenin soğuk ve gri koridorları, floresan ışıklarının altında aydınlanıyor; ama bu ışıklar hiçbir sıcaklık taşımıyor. Hava, antiseptik kokusu ve sessizliğin ağırlığıyla dolu. Koridorun sonunda, kalın bir cam bölme var; ötesinde ise oğlunun yattığı hücremsi bir oda.
Anne, camın bu tarafında elleri titreyerek duruyor. Yüzünde; umutla korkunun, sevgiyle çaresizliğin iç içe geçtiği bir ifade var. Gözleri, oğlunun siluetini seçmeye çalışıyor; ancak camın yansıması ve içerideki loş ışık ona sadece bir gölge sunuyor.
Anne, belki saatlerdir orada. Belki bir hemşireye yalvardı, “Lütfen, sadece bir dakika göreyim,” dedi. Belki kapıları yumrukladı, sesini duyurmaya çalıştı. Ama şimdi, tüm bu çırpınışların ardından sadece camın önünde duruyor. Elbisesinin kenarını sıkıca tutmuş, sanki bu küçük hareketle kendini ayakta tutmaya çalışıyor.
Oğlu o hücrede; belki bir yatakta yatıyor, belki monitöre bağlı, belki de yalnız, kendi korkularıyla baş başa. Anne bunu bilmiyor; bilmemek onu daha da yıpratıyor.
Camın ötesine bakarken, anne elini yavaşça, titreyerek avucunu cama dayıyor. Bu, basit bir el sallama değil; oğluna “Buradayım, seni bırakmadım” deme çabası, bir bağ kurma isteği. Ama cam, soğuk ve acımasız. Dokunuşunu geri çeviriyor, oğluna ulaşmasına izin vermiyor.
Anne, o anda dünyanın en büyük engeliyle karşı karşıya: evladına sarılamamak. Gözleri doluyor, yanaklarından süzülen yaşlar çenesine ulaşıyor, oradan yere damlıyor. Sessiz bir hıçkırık boğazını sıkıyor ama ses çıkarmıyor; belki oğlu duymasın, belki o üzülmesin diye.
Dışarıdan bakıldığında bu sahne bir tablo gibi: bir anne, camın ardında oğluna ulaşmaya çalışıyor. Ancak tablonun renkleri hüzün, çaresizlik ve sevgiyle boyanmış.
Anne, oğlunun çocukluğunu düşünüyor belki; ilk adımlarını, kahkahalarını, gece korktuğunda yatağına sığındığı anları... Şimdi o çocuk, bir hastane hücresinde, annesinin ulaşamayacağı bir yerde. Bu düşünce, annenin kalbini bıçak gibi kesiyor.
Ama yine de durmuyor, elini camdan çekmiyor. Çünkü bu, ona söyleyebildiği tek şey: “Seni görüyorum. Seni seviyorum.”
Hastanenin koridorunda bir hemşire geçiyor, belki bir doktor aceleyle dosyaya bakıyor. Ama kimse bu annenin acısını tam anlamıyla göremiyor. Gözyaşları, sadece camda bir leke bırakıyor.
Belki oğlu, o hücrede, annesinin varlığını hissediyor. Belki bir an başını kaldırıyor ve camın ötesinde bir gölge görüyor. Belki o da zayıf bir hareketle el sallıyor, annesine “Beni bırakma” diyor.
Bu sahne, bir annenin sevgisinin ne denli güçlü, aynı zamanda ne kadar kırılgan olduğunu anlatıyor. O cam, sadece fiziksel bir engel değil; bürokrasinin, kuralların, belki de sistemin soğuk yüzü.
Anne, oğluna sarılmak için her şeyi yapar; ama bazen dünya, bir annenin sevgisini bile durduracak kadar acımasızdır...
Bu yaşanmışlık, bir anı değil; Bayraklı Şehir Hastanesi'nin acılı bir anneye sunduğu acımasızlığı gözler önüne seriyor. Suçsuz iftirayla tutuklu oğul.
Muktedirler, sadece vicdanlarını değil, ahlaklarını da sorgulamalıdır...