Sessizliğin yazarı soruları cevapladı
'Uyuyunca Geçmeyen Şeyler Var' kitabıyla bir edebiyat hareketine dönüşen Cihad Kök, edebi dünyada alışılmışın çok dışında bir yerden sesleniyor. Ne çok konuşuyor, ne yüksek sesle yazıyor. Ama kelimeleri bir kez okura değdi mi, yankısı uzun sürüyor. Peki kimdir bu sessiz devrimci? Neden bu kadar seviliyor?
Yazar Cihad Kök Tv9 Genel Yayın Yönetmeni Seher Onay'ın sorularına cevap verdi
Cihad Kök kimdir ve bu kadar sevilmeyi nasıl başardı?
Buna cevap vermek hep zor oldu.
Çünkü hiçbir zaman kendimi tanımlamak gibi bir çabam olmadı.
Ne olduğumu değil, neyin içinden yazdığımı anlatmaya çalıştım hep.
Yazı benim için bazen bir yankı odası, bazen bir iç ritim, bazen de yalnızca birlikte susulacak
bir zemin.
Okura yön göstermeyi ya da bir yol çizmeyi hiç istemedim; sadece birlikte susalım, birlikte
düşünelim, birlikte dağılalım istedim.
Belki de bu yüzden sevildim — çünkü yazarken kimseyi ikna etmeye çalışmadım.
Kendimi de...
Sadece kelimelerin önünden çekilmeye çalıştım.
Bazı duyguların sözcüsü değilim; yalnızca onların suskunluğuna yer açmaya çalıştım.
Ne bir yön gösterdim, ne de bir yöntem sundum; kelimelerin gölgesinde yürümek istedim.
Ama şuna inandım: İnsan en kırılgan hâliyle de değerlidir.
Ve bunu duymaya hepimizin ihtiyacı var. O yüzden belki “başardım” demem doğru değil.
Ama şu oldu: Kalpten bir cümle çıktı ve başka kalplerde yankı buldu.
Gerisi sessizlik.
Kaç kitabınız var ve tabii ki hepsi sizin için özeldir, ama “şu daha özel” diyebileceğiniz
bir kitabınız var mı?
Sekiz kitaplık bir yolculuk… Her biri ayrı bir dönemin izlerini taşır; kimi gençliğin
telaşından, kimi bekleyişin sessizliğinden doğmuştur. Ama bazı kitaplar vardır ki yalnızca bir
dönem değil, bir bilinç hâlidir. Uyuyunca Geçmeyen Şeyler Var tam da böyle bir kitap.
Yalnızca bir hikâye anlatmaz; bir yaraya dokunur, bir iç sarsıntıyı taşır. Hastalık, zaman,
kaygı, pişmanlık ve kabulleniş gibi konuların çevresinde döner ama asıl merkezinde insanın
kendinden kaçamaması vardır.
Bu kitapta yazı, bir ifade biçimi değil; adeta bir direnişe dönüşür. Sessizce yaşanan
travmaların dile geldiği, kaybedilenlerin yasının bir estetiğe dönüştüğü bir anlatıdır.
Diğerlerinden farklı olarak daha az “mesaj” içerir, daha çok “iz” bırakır. O yüzden Uyuyunca
Geçmeyen Şeyler Var, edebiyatın değil, insanın kırılganlığıyla yazılmış bir kitaptır — ve
belki tam da bu yüzden, içlerinde en özel olanıdır.
Kitaplarınızda hepimizin canını acıtan, belki de acıta acıta öğrenmemize sebep olan,
kendimize kurmaya cesaret edemediğimiz cümleleri görüyoruz ve öğreniyoruz. Belki de
yol haritamızı değiştiriyoruz. Bu konuda çok yorum aldınız mı?
Evet, sıkça. Gelen mesajların çoğunda ortak bir ifade var: “Sanki içimi okumuşsunuz.”
Belki de mesele tam olarak bu değil; kimsenin içini okumak değil de, hepimizin içinde bir
yerlerde sessizce titreşen boşluğa dikkatle bakabilmek.
Çünkü bazı cümleler vardır ki, yazan için değil, okuyanın içinde tamamlanır.
Okurlar bu kitaplarda sadece bir hikâye değil, kendilerini yüzleştiren, bazen de dönüştüren bir
yankı buluyor. Acıyla, kayıpla, pişmanlıkla…
Ama aynı zamanda sabırla, direnişle ve içtenlikle…
Bazen bir cümle sadece cümle değildir; insanın susarak bile söyleyemediği şeyin ta
kendisidir.
Ve o cümle bulunduğunda, bazı yollar geri dönülmez biçimde değişir.
Gelen yorumların çoğu da, işte o değişimin sessiz tanıkları gibi…
Yazım tarzınız alışılmışın dışında. Cümleleriniz hem şiirsel hem de felsefî. Bu anlatım
biçimi bilinçli bir tercih mi, yoksa zamanla doğal olarak mı oluştu?
Bu aslında bir tercihten çok, bir zorunluluktu. Çünkü bazı duygular düz anlatımla eksik
kalıyor. Bazı kırılmalar ise açıklanamaz, sadece sezdirilebilir. O yüzden klasik anlatı
yapılarıyla değil; imgeyle, metaforla, bazen de yarım kalan bir cümleyle kuruldu bu dil.
Şiirsel olan da felsefî olan da aslında aynı yere hizmet ediyor: Daha derine inmek.
Bir sahnede söylenen cümle, sadece “ne söylendiğiyle” değil, “nasıl susulduğuyla” da
anlatıyor kendini. Bu da yazının tek boyutlu olmaması gerektiğini hissettirdi zamanla.
Zihin ile kalp arasında bir köprü kurmaya çalışırken, ortaya ister istemez böyle katmanlı, iç
içe geçmiş bir dil çıktı. Ne sadece edebiyat, ne sadece düşünce; ikisinin sınır hattında dolaşan,
biraz içe bakan, biraz da içeriden gelen bir ses.
Kitabınızda karakterlerin birbirine kurduğu cümleler çok katmanlı, neredeyse aforizma
gibi. Bu cümleleri nasıl inşa ediyorsunuz? Kurgudan mı doğuyor, yoksa önce cümle mi
geliyor sonra sahne mi?
Bazı cümleler vardır ki yazarın değil, karakterin sesidir. Sahne kurulmadan gelir; bir iç sızısı
gibi belirir, not alınır, bekletilir. Sonra bir gün tam da o hissi taşıyan bir sahne yazılır — ve o
cümle yerine oturur.
Ama bazen de tam tersi olur: Derin bir sahne vardır; suskun, gerilimli. Karakterin ne
söyleyeceği bilinmez. Orada durulur. Uzun süre yazılmaz. Sonra birden, tam o sessizliğin
içinden bir cümle yükselir. Ve o cümle sadece konuşulmaz, aynı zamanda yaşanır.
Yani ne tamamen kurguya bağlıdır ne de sadece sezgiye. Bu cümleler ikisinin arasında,
bilinçle bilinçdışının tam sınırında inşa olur. Biraz suskunluk, biraz sarsıntı, biraz da ritim
ister.
Kimi zaman bir cümle gelir, sonra bir kitap onun etrafında kurulur.
Kimi zaman bir sahne yazılır, ama o sahne asıl cümlesini bekliyordur.
Kitabınızda ölüm, hastalık, yalnızlık gibi ağır temalar var. Ama bu temalar karanlık
değil, sanki farkındalıkla örülmüş. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Ölüm ya da yalnızlık, sıklıkla ya trajik ya da romantize edilmiş bir şekilde anlatılır.
Oysa bu kitapta amaç ne korkutmak ne de yüceltmekti. Daha çok eşlik etmekti.
Çünkü bazı kavramlar vardır ki ne açıklanır ne çözümlenir; sadece karşısında susulur.
Bu kitap o suskunluğun içinden yazıldı. Korkulması gereken bir karanlık değil; yüzleşilmesi
gereken bir hakikat gibi.
Felsefi olarak bu, Heidegger’in dediği gibi “ölümün bilinciyle yaşamak” meselesidir.
Varoluşun gündelik unutuluşuna karşı, “şimdi”yi derinleştiren bir farkındalık.
Yazarken bir karakter mi oluyorsunuz, yoksa yazı boyunca yazar kimliğinden çıkmıyor
musunuz?
Yazarken ne tamamen bir karakter olunur, ne de sadece yazar kalınır.
Aslında yazmak; karakterle yazarın arasındaki ince çizgide yürümek gibidir.
Bir cümle karakterin ağzından dökülür ama tonu yazarın kalbinden gelir.
Yani yazan kişi, bir yerde hem sahnede oynar, hem sahneyi kurar.
Karakter olmak bazen bir maske değildir; tam tersine, maskesiz kalma biçimidir.
O karaktere aitmiş gibi görünen cümle, bazen yazarın en içten hali olabilir.
Ama yazı boyunca yazar da kontrolü tamamen bırakmaz; ritmi, mesafeyi, yankıyı yönetir.
Bu yüzden yazarken “olmak” ile “görmek” arasında gidip gelen bir bilinç hâli vardır.
Yazar, kendi içinden geçerek karaktere ulaşır, ama karakter tamamen yazar değildir.
Kitaplarınızda okurun kendini görmesini sağlayan ama aynı zamanda içe dönük ve
katmanlı cümleler var. Bu ‘iki yönlü anlatım’ tekniğini nasıl tanımlarsınız?
Bazı cümleler anlatmak için değil, yansıtmak için yazılır. Yani sahnede bir karakter konuşur
gibi görünür ama aslında o cümle, okurun içinde zaten var olan bir duyguyu gün yüzüne
çıkarır. Bu anlatım biçimi, klasik “anlatıcı–okur” ilişkisini kırar.
Yazar bir şey söylemez, sadece bir pencere açar. Okur o pencereden dışarıya bakmaz; dönüp
kendi içine bakar.
Bu yüzden bu anlatım iki yönlüdür: Hem karaktere aittir, hem okuyana. Hem hikâyeye
dâhildir, hem onun ötesindedir.
Bir anlamda bu teknik, metni sadece bir anlatıya değil; bir ayna düzlemine dönüştürür.
Okur hikâyeyi okurken, hikâye de onu okur. Belki de bu yüzden bazı cümleler “çok tanıdık”
gelir. Çünkü ilk kez duymamıştır okur o cümleyi — sadece, ilk kez yüksek sesle dile
gelmiştir.
Kitapta klasik anlatı yapısının dışına çıkılıyor, zaman çizgisi bile bazen belirsizleşiyor.
Bu anlatı biçimiyle neyi hedefliyorsunuz? Ve bu sizin anlatı tarzınızı nasıl
tanımlarsınız?
Zaman bu kitapta doğrusal değil, dairesel işliyor. Çünkü insan zihni de öyle işler: bir anıyı
yaşarken geçmişin içine düşeriz, bir kaygıyla geleceği çağırırız. Bu yüzden kitap yalnızca “ne
oldu?”yu değil, “bu olan şey insanın içinde nasıl bir yankı bıraktı?”yı anlatmak ister.
Klasik kurgu, genellikle olay dizisine bağlıdır.
Ama burada olaydan çok iz, eylemden çok duygu, diyalogdan çok sessizlik önemlidir.
Anlatı; belleğin, özlemin, travmanın ve suskunluğun temposuna göre akar. Bu da beni
zamanla kendi anlatım alanıma götürdü.
Ben buna “psikopoetik alan” diyorum. Bu alan; psikolojik derinlikle şiirsel sezgiyi birleştiren
bir anlatı zeminidir. Ne tamamen düşünsel, ne tamamen duygusaldır — ikisinin tam sınır
hattında yürür. Karakterler sadece birer kişi değil, aynı zamanda bilinç hâlidir.
Zaman, mekân, kimlik gibi kavramlar çözüldükçe; yazı bir düşünme biçimine, hatta bir
tanıklık alanına dönüşür. Kısacası, bu kitapta zaman değil yankı önemlidir.
O yüzden anlatı da bir saat gibi değil, bir kalp gibi atar.
Düzgün değil — ama canlı.
Karakterleriniz birer birey olmanın ötesinde, adeta bilinç durumları gibi. Bu felsefî bir
tercih mi?
Evet. Çünkü bazen bir karakter, sadece karakter değildir.
Mesela Tufan, sadece bir hasta değil; aynı zamanda varoluşsal kaygıya tutulmuş bir bilinçtir.
Bu kitapta karakterler olaylardan çok, düşünme hâlleri içinde var olurlar.
Yani anlatının odağı olayın ne olduğu değil; onun insan zihninde, kalbinde ve bedeninde nasıl
yankı bulduğudur.
Sizinle ilgili bir yazı okurken, “babası ile ilişkisi asker komutan gibi” yazdığını gördüm.
Bununla ilgili ne söylemek istersiniz?
Aslında o cümle biraz ironi içeriyor — özgeçmişe “bir tebessüm bıraksın” diye eklenmişti.
Ama dürüst olmak gerekirse, çok da uzak bir benzetme sayılmaz, kökeninde gerçeklik de var.
Babamla ilişkimiz duygudan çok düzene dayanırdı. Sessizlik hâkimdi. Disiplin, netlik,
sınırlar…
Birlikte çok şey yaptık ama duygular hep kontrollüydü. Sarılmak yerine “hadi bakalım” derdi
mesela. “Aferin”in tonu bile neredeyse emir gibiydi. Ama o böyleydi, başka türlüsünü
bilmezdi; sevgisini böyle gösterirdi.
Ben de onun gibi oldum mu bilmiyorum ama çok farklı biri olduğum kesin.
O belki duygularını anlatmazdı ama eksikliğini de hissettirmezdi.
Bizim ilişkimiz çok konuşmadan yürüyen bir yol gibiydi.
Zaten çoğumuz için baba figürü biraz serttir; disiplindir, mesafedir, suskunluktur. Bir bakışla
anlaşılır, bir suskunlukla uzaklaşılır, ama o bağ hep yerindedir.
Anneler limandır, babalar kıyıdaki fener gibi — mesafe vardır, ama görürsün hep oradadır.
Ve bu sana güven verir.
Son kitabınız Uyuyunca Geçmeyen Şeyler Var, kısa sürede trend oldu. Bu konuda ne
söylemek istersiniz?
Trend olmak gibi bir hedefle yola çıkmadı. Ama belki de tam da bu yüzden oldu. Çünkü bu
kitap, yüksek sesle konuşmayan ama duyan herkesi bulan bir metindi. Gösterişli cümleler
yerine sessiz kırılmalara odaklandı; parlak kapaklardan çok içteki çatlakları anlattı.
Okur bu kitabı bir başkasına “bak mutlaka oku” diye değil, “bu senin gibi” diyerek verdi. Bu
yüzden yayıldı. Sessizce, sahici bir bağ kurarak...
Bu kadar insana temas edebildiyse, nedeni büyük ihtimalle herkesin kendi sessizliğini bu
sayfalarda duymuş olmasıdır. Ve bazı kitaplar tam da bu yüzden okunmaz, yaşanır.
Son kitabınızda bir sayfa açtım ve "parçaları kaybolmuş yapboz gibiyim. İyi niyetim,
güler yüzüm, içtenliğim... Yaşadığım onca şeyden sonra hep bir parçamı yitirdim." Acı
ve ihanetle karışık bir sınav anlamı veriyor. Tabii ki her yazdığınız kendi hayatınızdan
bir parça değildir ama bu kadar içten bir cümleyi nasıl yazdınız, yazabilmek için nasıl
bir gözlem yaptınız?
O cümle, aslında bir kişiye değil, bir duyguya yazıldı. Çünkü bazı cümleler bireysel
yaşanmışlıklardan değil, kolektif bir kırgınlıktan doğar. Herkesin içinde bir noktada eksilmiş,
yitmiş bir şey vardır ve o boşluk, çoğu zaman kelimelerden önce hissedilir.
Yazarın görevi de bazen yazmak değil, o hissin yanına sessizce oturabilmektir. O cümle de
öyle bir yerden çıktı: Uzun uzun anlatılmış hikâyelerden değil, içe içe yaşanmış ama hiç
konuşulmamış kırılmalardan.
Bu tür cümleler yazılmaz aslında. Gelirler. İçeriden süzülürler. Çünkü gözlem bazen
karşındakini değil, içindeki yankıyı duymaktır. Acı, ihanet, kayıp… hepsi o yapbozun eksik
parçası gibi. Birini eksilttiğinde, insanın tamamı sessizce dağılır.
Ve yazı da tam orada başlar.
Sizi takip edenlere, sevenlerinize ne söylemek istersiniz?
Bir insanın yazdıkları başka insanların iç sesine dönüşüyorsa, bu dünyada kurulabilecek en
sahici bağ kurulmuş demektir. Çünkü kelimeler bazen bir mektup olur, bazen bir teselli, bazen
de sadece “yalnız değilsin” demenin başka bir yoludur.
Bu yolculukta bir sayfayı birlikte çevirdiğimiz herkese teşekkür ediyorum.
Okuyan, susan, anlayan, yarım kalan her duyguyu kelimelerde tamamlayan herkese…
Çünkü bu kitaplar yalnızca yazılmadı — birlikte yaşandı.
Ve belki de bu yüzden bu kadar gerçekti.
Devam kitabı yolda.
Yeni bir sessizlik, yeni bir iç yolculuk…
Ama aynı yankıdan, aynı sızının içinden.
Bu sadece ilk perdeydi.
Hikâye susmadı, sadece derinleşti.
Şimdilik yalnızca kalpten bir teşekkür ve usulca bırakılmış bir gülümseme…
Sessizce yürümeye devam.
Bakmadan Geçme





