
Londra günlükleri 2
GÜLŞAH ELİKBANK
Londra, Avrupa’nın diğer ülkelerinden farklı bir şehir. Neredeyse tüm Avrupa ülkelerini gezmiş biri olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Belki de kraliyet ailesine verdikleri önem ve köklü geçmişleri nedeniyle, nezaket burada en önemli değer. Rica etmeden bir şey istemek mümkün değil; her hizmete, her gülümsemeye teşekkür etmek bir gelenek haline gelmiş. Bunu yapmayanlar ise kaba ve yadırganan biri olarak algılanıyor.
Sokakta insanlar birbirine gülümser, eğer göz göze geldiyse hafifçe selamlaşırlar. Ve bir kadın olarak bunu yaptığınızda, karşıdaki erkek bunu farklı bir işaret olarak algılayıp sizi rahatsız da etmiyor. İnsan olduğunuzu hissederek gezebiliyorsunuz Londra sokaklarında. Ne üzücü ki, bu değerler benim çocukluğumdaki değerlerdi. Ne zaman unuttuk bunu, bilmiyorum.
Bir yıldır süren gluten ve laktoz hassasiyetim nedeniyle bu ürünleri tüketmiyordum. Ancak Londra’da ilk gün yediğim kruvasan ve yoğurt mideme hiç dokunmadı, şişkinlik yaratmadı. Sonraki günlerde yediğim glutenli ürünler de midemi bozmadı. Bu çok ilginç değil mi? Tarım ülkesi olarak gösterilen bizdeki buğdaylar ne halde ki biz onu yediğimizde hastalanıyoruz. Oysa Londra’da yiyeceklerin kalitesi çok yüksek. Karşımıza çıkan her ürün titizlikle seçilmiş, her misafir nazikçe ağırlandı, uğurlandı. Hiç kazıklanmışlık hissi yaşamadık.
Ülkesine, kültürüne aşık biri olarak, bunları başka bir ülkede deneyimleyip, kendi ülkemde artık yaşayamıyor olmaktan büyük üzüntü duyuyorum. Buraya bunları Londra’yı övmek için değil, bize insan gibi yaşamayı hatırlatmak için yazıyorum.
Londra’yı bilmeyen biri bile sokak levhalarını, otobüs ve metro duraklarındaki detaylı haritaları takip ederek kolayca gezebilir. Her yol detayı düşünülmüş; GPS asla yanlış yere sürüklemiyor sizi. Sokaklarda sadece “Mayor of London” notu var; onun adını ve resmini on gün boyunca hiç görmedim. Bizde ise her sokak, her köşe başı belediye başkanlarının kocaman fotoğrafları, adları ve imzalarıyla dolu. Sanki yaptıkları değil, sadece kendileri önemliymiş gibi. Oysa şehir, yapılanlarla anılır. Doğru işler yapılırsa, zaten o isim size kendiliğinden merak ettirir.
Kraliyet ailesinin manevi varlığı Londra’da çok net hissediliyor ve İngilizler buna büyük değer veriyor. Başbakanları elbette var ama Kraliyet Ailesinin varlığı onları güçlü ve iyi hissettiriyor. Bu yüzden ilk ziyaret edilen yerlerden biri, Westminster’daki 775 odalı Buckingham Sarayı oluyor. Saray, Windsor Kalesi gibi, tahtta olan hükümdarın mülkiyetinde. Günümüzde daha çok devlet ziyaretleri ve resmi törenler için kullanılıyor. Kraliçe saraydayken sarı, kırmızı ve mavi renklerden oluşan bayrak gönderde olur. Biz oradayken resmi bir araç çıkış yapıyordu ve halk merakla ona el sallamak için bekliyordu. Bu sevgiye şahit olmak gerçekten güzeldi.